Bugün Livaneli’nin Bekle Beni adlı eserini konuşacağız.
Livaneli, her zamanki gibi okurunu yalnızca bir hikâyeye değil, bu ülkenin aynasına da bakmaya davet ediyor. Üstelik bunu, aşk gibi masum bir başlangıçla yaparak bizi hikâyenin derinliklerine çekiyor. Bekle Beni, zaman geçmesine rağmen bu topraklarda değişmeyen gerçekleri bir kez daha hatırlatıyor. Düşünen, sorgulayan ve yönetenlerle fikir ayrılığına düşen insanlara uygulanan baskı biçimleri ne yazık ki hâlâ aynı. Bu acı gerçek, tüm soğukluğu ve çıplaklığıyla karşımızda duruyor. Livaneli ise Serenad’dan beri tanıdığımız o dolambaçsız, sade ve içten dilini bu kitapta da aynı berraklıkla sürdürüyor.
Kitabın konusuna gelecek olursak, başlangıçta bir aşk hikayesiyle karşılaşıyoruz; ancak ilerledikçe bunun yalnızca bir aşk hikayesi olmadığını, 70’li yıllarda yaşanan aydın zulmünü gözler önüne serdiğini fark ediyoruz. “Beklemek”, “düşünmek”, “edebiyat” ve “otoriter rejimler” temaları öylesine iç içe geçmiş ve aynı zamanda birbirinden bağımsız biçimde anlatılmış ki, yazar her birine üzerine düşünmemiz için alan tanıyor.
Selim ve Leyla, lise yıllarından beri birbirlerine tutunarak bir hayat kuran iki aydın insan. Düşünen, geçinmekten arta kalan zamanda yazan ve okuyan insanlar… Ve tam da bu özellikleri, yani “yazan ve okuyan insanlar” olmaları, onları hedef haline getiriyor. 70’lerde yaşanan aydın kıyımından onlar da nasibini alıyor; Selim bir hücreye düşüyor. O noktadan itibaren hem içeride hem dışarıda yaşananlara tanıklık ediyoruz.
Selim ve Leyla, tüm bu süreçte birbirlerine yazmayı hiç bırakmıyorlar. Cezaevi görevlileri tarafından okunan mektuplarında birbirlerini üzmemek için hep sorunsuz şeyler yazsalar da, ayrı tuttukları defterler sayesinde bu dönemde yaşanan zulmü tüm çıplaklığıyla görüyoruz.
Kitap bize sevdiğini beklemenin anlamını, otoriter rejimlerin birey üzerindeki baskısını ve edebiyatın neden bir zindana düşersek en yakın dostumuz olduğunu yalın ama içten bir dille anlatıyor.
Kitabı en iyi anlatan alıntıyla bu incelemeyi bitirelim; devamını podcastimizde konuşalım:
“Anonimleştirme, belki de tüm dünyada geçerli tek yönetim şekliydi; seni kendi kimliğinden soyup kalabalığa, o kalabalığın içinde bir yüzsüzlüğe mahkûm ediyordu. Oysa o tekti. Diğer insanlardan daha iyi, daha kötü, daha çirkin, daha güzel, başarılı ya da başarısız her şey olabilirdi; ama ne olursa olsun farklıydı, benzersizdi. Düşünceleri, duyguları yalnızca kendisine aitti, kimse alamazdı, çalınamazdı, ruhu onundu. İşte tam da bunu onun elinden çekip almaya çalışıyorlardı. Onun varoluşunu çalmak istiyorlardı, benliğini yok etmek.”
(sf. 28)
Sevdim: 9/10
Kübra Hazal Çankaya
Yorumlar
Yorum Gönder